Mülteci bir aileyi, aylarca, kadın, çocuk ve yaşlılarıyla birlikte evinde misafir eden Ensarın ahlakı, çağdaş dünyanın bireyi merkeze alan ve insanı çıkarlar ekseninde nesneleştiren güvenlikçi ve korku odaklı zihniyetiyle ne kadar da tezattır!
İnsanın ömrünün bir dönemine ait ne varsa ardında bırakıp, kendisiyle geçmişe dair bağı olmayan, aile ve akrabalarının yaşamadığı, ilk defa zihnine nakşedilecek şekil ve suretlerin mekânları kuşattığı yeni bir yurda göç etmesi, ölümü ve hastalığı göze alarak başka bir menzile yönelmesi büyük bir zorluk ve aynı zamanda ciddi bir fedakârlıktır.
Manevi anlamlarla yüklü bir göçün “hicret” olarak anıldığı dönüm noktasında, Peygamber Efendimiz’in müminlerle birlikte Mekke’den Medine’ye attığı adımlar vardır. Sevgili Nebi (s.a.s.) ve arkadaşları yurtlarını, ailelerini, yıllarca emek vererek ürettikleri mallarını, alın teriyle inşa ettikleri mülklerini bir kenara bıraktılar. Sokaklarına, duvarlarına, taşlarına, havasına ve suyuna karışan acı tatlı hatıralarına sırtlarını dönüp ulvi amaçları uğruna Mekke’yi terk ettiler.
Medine’de onları Ensar bekliyordu. Sahip oldukları tüm maddi varlıkları terk ederek İslam peygamberiyle birlikte Medine’ye gelen Muhacir ne kadar kıymetliyse, malını ve mülkünü, evine ve yurduna sığınan dostlarıyla paylaşmaktan geri durmayan Ensar da o kadar övgüye layıktı: “İyilik yarışına öncülük eden Muhacir ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar.” (Tevbe, 9/100.)
Muhacir’in yolculuğu ve Ensar’ın misafirperverliği o kadar derin bir bütünlük oluşturmuştur ki, Allah (c.c.) bunun karşılığında onlara bir insanın elde edebileceği en değerli ikramı, yani razısını sunmuştur. Onlar da Allah’a (c.c.) karşı derin bir sevgi duymanın bahtiyarlığına ermişlerdir. Yukarıdaki ayet-i kerime, Allah’ın rızasına ulaşanlar ve onu sevenler arasında Muhacir ve Ensar’dan başka üçüncü bir gruba daha yer vermiş ve bu grup “Ensar ve Muhacir’e güzel bir şekilde uyanlar” olarak tasvir edilmiştir. Ayetin bu bölümü, değerler yolculuğunun Muhacir’le başladığına, ancak onlarla bitmediğine ve vefakâr ev sahipliğinin de Ensar’la başlayıp nesiller boyu devam edecek bir erdem olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Rasul-i Ekrem (s.a.s.) de “Tövbe kapısı kapanmadıkça hicret vakti de sona ermez. Güneş battığı yerden doğmadıkça da tövbe kapısı kapanmaz.” buyurmuşlardır. (Ebu Davud, Cihad, 2.)
İslam, ait olduğu asli topraklardan bir şekilde uzak kalarak yola revan olanları, “ibnü’s-sebil” olarak tanımlamış ve yaşadığı memleketten başka bir yere intikal eden yolculara zekâtın yanı sıra ganimetten de pay verileceği hükmünü getirmiştir. (bkz. Tevbe, 9/60; Haşr, 59/79.) İslam âlimleri, yolda kalan kişiye zengin ve varlıklı olsa bile zekât verilebileceğini ifade etmişlerdir. (bkz. İbn Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan, c. 14, Sh. 321; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Beyrut, Sh. 889; Fayda, Mustafa, DİA, “Fey” md. c. 12, s. 511.) Bu yaklaşım, yol ve yolculuğun içerdiği meşakkat ve mahcubiyeti aynı anda yaşayan mülteciye el uzatmanın; yüreğindeki kimsesizlik ve mahrumiyet duygusunu gidermenin insani ve dinî anlamını çarpıcı bir şekilde sergilemektedir. Zekâtın manevi arınma ve temizlenmeyi sağlayan bir sosyal yardımlaşma müessesesi olduğu düşünülürse, ihtiyaç sahibi mültecilerle varlıklarımızı paylaşmanın, vicdanlarımızı bulandıran merhametsizlik tortularını gidereceğini söylemek de mümkündür.
Çağımızı kuşatan küresel göç manzaraları insanlığın vicdanını kanatacak boyutlara ulaşırken, canları ve aileleri için onurlu bir yaşam alanı arayışıyla vatanlarını terk etmek zorunda kalan mültecilere sunulacak her türlü maddi ve manevi yardım, Ensar’ın Muhacir’e karşı sergilediği paylaşma ahlakı çerçevesinde olmalıdır.
Ensar’ın kendilerine sığınan muhacirlere yaklaşımını çağdaş yaklaşımlardan ayıran temel fark, onların muhacirlerin maddi ihtiyaçlarının yanı sıra, içinde bulundukları manevi yalnızlığı da paylaşmalarıdır. Muhacirin mutluluğunu kendi ihtiyaçlarına öncelemek, ona hayatın içinde kendi kültürünü, düşüncelerini ve inançlarını özgürce yaşayabileceği alanlar açmak ve topluma uyum sağlamasını kolaylaştıracak imkânlar sunmak, Ensarın yardımlaşma ahlakının belirgin özellikleridir.
Ensar, yurduna sığınan insanlara sadece evini değil kalbini de açmıştır. (es-Sallâbî, Ali Muhammed, The Noble Life of the Prophet, s. 627.) Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olanlar (Ensar), kendilerine gelen (Muhacir)leri severler, onlara verilenlerden dolayı kalplerinde haset hissetmez, kendilerinin çok ihtiyacı olsa da onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9.) ayet-i kerimesini, bu yönüyle bir kere daha düşünmeye ne kadar da muhtacız!
Ensar’ın Medine’ye sığınan misafirlerine gönülden ikramı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) pek çok hadis-i şerifinde övgüyle anlatılmış, Kutlu Nebi, Ensarı, havz-ı kevserin başında kendisiyle buluşacak topluluk olarak müjdelemiş ve onları sevmenin imandan olduğunu beyan etmişlerdir. (bkz. Buhari, Menakıbü’l-Ensar, 9; Müslim, İman, 128.)
İman edip de Allah yolunda hicret ve cihat edenlere kol kanat gerip yardımda bulunan Ensar’ın bu inanç ve davranışları Muhacirler için olduğu kadar kendileri için de çok farklı şeref ve bereketlere vesile olmuştur. Allah (c.c.) onları “gerçek müminler” olarak tanımlayıp onurlandırmış, onlara bağışlanma ve bol rızık bahşetmiştir. (Enfal, 8/74.)
Ensar’ı ve yardımlaşma ahlakını yeniden düşünmekten söz edilecekse, şehr-i İstanbul’un yakınlarına kadar gelerek milletimize misafir olan, bir diğer bakış açısıyla, milletimizi manevi huzurunda misafirliğine kabul eden Ebu Eyyub el-Ensari (Eyüp Sultan) mutlaka anılmalıdır. O, başta Sevgili Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) yaptığı ev sahipliği olmak üzere, memleketine sığınan Müslümanlara sunduğu merhamet ve sevgi yüklü desteğiyle günümüz mültecilerine ev sahipliği yapan halkımıza anlamlı mesajlar bırakmıştır.
Ebu Eyyub (r.a.) Peygamberimizi doyurmanın ya da barındırmanın çok ötesinde, evini İslamiyet’in öğretildiği bir mektep hâline getirerek büyük bir hizmet ifa etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), fakir muhacirlere burada yemek verir, kendisine sunulan hediyeleri burada onlara dağıtırdı. Ev sahiplerine her vesile ile dua eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve afiyet içinde olmalarını dilerdi. Rasul-i Ekrem kendi evine taşındıktan sonra da zaman zaman Ebu Eyyub’un evine misafir olmuştur. (Algül, Hüseyin, “Ebû Eyyûb el-Ensârî”, DİA, c. 10, s. 124.) Efendimizin Eyüp Sultan’a karşı sergilediği nezaket ve vefa, yardımlaşma ahlakının misafire bakan yönünü ortaya koymuştur.
Eyüp Sultan’ın (r.a.) maneviyatıyla onurlandırdığı bu toprağın sakinleri, şehirlerinin sokaklarında soğuktan titreyen mültecilere bigâne kalmamalıdır. Mülteci bir aileyi, aylarca, kadın, çocuk ve yaşlılarıyla birlikte evinde misafir eden (bkz. Sallâbî, age, s. 628.) Ensarın ahlakı, çağdaş dünyanın bireyi merkeze alan ve insanı çıkarlar ekseninde nesneleştiren güvenlikçi ve korku odaklı zihniyetiyle ne kadar da tezattır! Bugün insanlık, mültecilere bakışını Ensarın duruşuyla kıyaslamaya, yardımlaşma ahlakını yeniden düşünmeye, anlamaya ve hayata geçirmeye muhtaçtır.
Bugün Ensar olmak; yurtlarından ayrılmak durumunda bırakılmış annelerin ve babaların çocuklarının geleceğinden duydukları endişeye ortak olmak, muhacirlerin hamisi ve dostu olmak, şen şakrak düşler bile kuramayan muhacir çocukların kömür gözlerindeki ışıltıyı canlı tutmak için yanıp tutuşmaktır.
Bugün Ensar olmak, kendi ihtiyacımız olsa bile, şefkatimize sığınan yurtsuz yuvasız muhacirleri kendimize tercih ederek Kerim Kitabımızın ifadesiyle “Allah’ın razı olduğu kullar” arasına girmek için çabalamaktır.