Dr. Haydar BEKİROĞLU

MÜSDAV YÖNETİM KURULU BAŞKAN VEKİLİ

21.Ekim.2017
İSLÂM DÜŞÜNCE VE MEDENİYETİNDE YÖNETİM AHLÂK İLİŞKİSİ

Birlikte yaşama ihtiyacıyla var edilen insanların, birbirleriyle ilişkilerine dair planlama, uygulama ve denetim süreçlerini gerçekleştirme aracı olarak ortaya çıkan yönetimin hangi ilke ve değerlere dayanması gerektiği konusu kadim medeniyetlerden beri tartışılagelmiştir. Yönetimin etik-ahlâkî değerlerle ilişkisine dair yaklaşımlarda köklü bir geçmişe sahiptir.

Günümüz dünyasında önemli bir araştırma alanı bulunan yönetim etiği/ahlâkı konusunun, İslâm düşünce ve medeniyetinde siyasî, itikadî, ahlâkî ve fıkhî izdüşümleri bulunmaktadır. İslâm düşüncesinin şekillenmesine de etki eden bu arka plan, yönetim ahlâkına dair Kur’ân kavramlarının sağlıklı analizi açısından önemli veriler sunmaktadır.

İslâm’ın evrensel mesajlarının günümüz yönetim etiği/ahlâkı yaklaşımlarına kazandıracağı perspektif açısından da yönetim ahlâkına dair arka planın bir süreç olarak analiz edilmesi önemli bir ihtiyaçtır. Bu bağlamda, bu makale, Hz. Peygamberin yönetime dair yaklaşımlarının yanı sıra ondan sonraki dönemlerde yaşanan süreçlerin barındırdığı anlam çerçevelerini ele almakta, farklı ilmî disiplinlere göre gelişip biçimlenen yaklaşımlar üzerinden, İslâm düşünce ve medeniyetinde yönetim ahlâkı tartışmalarının zeminini ortaya koymaya çalışmaktadır

İslâm düşünce ve medeniyetinde yönetim ile ahlâk arasında kurulan ilişki, farklı disiplinlerce değişik açılardan değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme biçimlerini genel olarak teorik ve pratik yaklaşımlar olmak üzere iki kategoride tasnif etmek mümkündür. Teorik yaklaşımlar, insanın yönetim görevini üstlenmek üzere yaratıldığı varsayımından hareketle, yönetim sisteminin ve yöneticinin ontolojik statüsü tartışmaları üzerinden şekillenirken, pratik yaklaşımlar yönetimin varoluşsal konumu ve meşruiyeti tartışmalarından bir miktar uzak kalarak, yönetim ve yönetici hakkında belirli ahlâkî sınırlar çizilmesine ve uygulama ilkelerinin belirlenip geliştirilmesine odaklanır. Her iki yaklaşım, İslâm düşünce ve medeniyetinin gelişim süreciyle aynı eksende seyreder

Bu makalede, öncelikle yönetim-ahlâk ilişkisine dair teorileri besleyen belli başlı siyasî olaylar ve akımlar ele alınmış, devamında ise yönetim-ahlâk ilişkisinin İslâm inanç ilkeleri ve ekolleriyle etkileşimi, itikadî/kelâmî kaynaklar perspektifnden incelenmiştir. Yönetim-ahlâk ilişkisinin teorik boyutunun belirginleşmesini amaçlayan konular, “siyasî açıdan yönetim-ahlâk ilişkisi” ve “itikadi/kelâmî açıdan yönetim-ahlâk ilişkisi” başlıkları altında ele alınmıştır.

Yönetim-ahlâk ilişkisine bakış açısını pratiğe dönük ilkeler üzerinden gerçekleştiren anlayış, daha çok ahlâk, tasavvuf ve fıkıh eserlerinde kendisine yer bulmuştur. Bu bakımdan, birbiriyle kesişen noktaların yoğunluğu nedeniyle, ahlâkî ve tasavvuf anlayış bir arada incelenmiş, fıkhî bakış açısı ise ayrı bir başlık altında derlenmiştir. Ahlâkî ve tasavvufî bakış açısıyla fıkhî yaklaşımları içeren iki başlığın ardından, yönetim-ahlâk ilişkisinin teorik ve pratik temellerinin değerlendirmesini içeren sonuç kısmıyla makale tamamlanmıştır.

1.Siyasî Açıdan Yönetim-Ahlâk İlişkisi

Hz. Peygamber’in üstlendiği siyasî ve idarî sorumlulukların onun nübüvvet görevinin kapsamı içerisinde bulunup bulunmadığı hususu, Müslümanların devlet tasavvuruna da kaynaklık etmiştir. İslâm tarihinde devlet oluşumunun Akabe biatları1 ile başlayıp geliştiği ve Hz. Peygamber’in önderliğindeki Medine toplumunun; siyasî güç örgütlenmesinin bütün fonksiyonlarına sahip bir yapılanma olduğu kabul edilir.2

Medine siyasî toplumu, Hz. Peygamber’in teori ile pratiği, siyasî ideal ile siyasî gerçekliği birleştirdiği, inanca dayalı ancak her türlü üyeliğe açık toplum anlayışını esas alır. Etnik farklılaşmaya dayalı katı üyelik kalıpları ve siyasî katılım kısıtlamaları yoktur. Farklı istişare usulleri uygulanmak sûretiyle toplumun her kesimi için açık bir katılım söz konusudur.3 İslâm tarihi içinde siyasî yapılara model teşkil eden bu ilk uygulamada devletin, toplumdan bağımsız, soyut ve baskın bir yapıda olmadığı görülür. Devlet, inanç sisteminin belirlediği ahlâkî ve sosyal idealleri gerçekleştirmek için bir araçtır.4 Dolayısıyla ilk uygulamalarda, fert ve toplumu devlet adına denetlemeye dayalı siyasî ve sistematik mekanizmaların varlığı söz konusu değildir.

Hz. Peygamber, nübüvvet görevini sürdürürken Müslümanların dinî ve dünyevî işlerini düzene koymuş, hukukî ihtilâfarı çözmüş, ahlâkî temellerde yeni bir toplum inşa etmiş, toplumun sosyal ve siyasal birliğini sağlamış, bir takım idarî yapılar kurmuş ve aynı zamanda kamunun idaresiyle ilgili bazı yetkileri kullanarak bu konuda görev ve sorumluluk üstlenmiştir.6

Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte, siyasî birliğin bozulmaması adına, henüz Hz. Peygamber’in naaşı toprağa verilmeden Sakîfetü Benî Sâide’de ensar ve muhacir arasında yapılan istişareler sonucunda Hz. Ebû Bekir’e biat edilmiştir.7 Hz. Ali bu süre zarfında Hz. Peygamberin defn işlemleriyle meşgul olduğundan toplantıya katılamamış,8 ancak yaklaşık altı ay sonra, Hz. Fâtıma’nın vefatını müteakiben, biatinin gecikme gerekçelerini de anlatıp Hz. Ebû Bekir’e biat etmiştir.9 Hz. Peygamber’in vefatından sonraki siyasî olaylar ile yöneticinin seçim usulü etrafında gelişen fkirler, devamında gelişen ilke tabanlı tartışmalara da kaynaklık edecektir. 10

Müslüman toplumun kendi arasından farklı usullerle yöneticiler belirlediği Hulefâ-yi Râşidîn döneminde (632-661) siyaset ve devlet olgusu insanın sorumluluk, kabiliyet ve ehliyet alanı içinde kavranmıştır. Halifeler, ölümünden sonra yerine geçecek yöneticiyi belirlerken, kendi ailesinden birini düşünmemiştir. Yöneticinin belirlenmesinde yüksek ahlâka ve insanî değerlere sahip ilk Müslümanlardan ve Aşere-i Mübeşşere’den olma gibi değerler dikkate alınmıştır.11

Devletin teşekkül ve devamında ihtiyaç duyulan bilgi kaynağını ilmî içtihatlar sağlarken, siyasî liderliğin tesis edilme yöntemi de ümmetin şûra ve biati şeklinde ortaya konmuştur. Bu yaklaşım Ehl-i Sünnet’in temel anlayışını oluşturmuş ise de Şîa, siyasî liderliğin tayin ve tesisinde nassın esas alınması gerektiğini ileri sürmüş ve tevarüs esasına dayalı bir imâmet teorisi geliştirmiştir.12

Hulefâ-yi Râşidîn dönemi, devlet anlayışı ve müesseseleşme itibariyle sonraki dönemlere ait uygulamaların İslâmîliği konusunda kaynak ve mikyas kabul edilmiştir. İlk halifeler; yürütme, yargı ve belirli ölçüde yasama yetkisini ellerinde tutmalarına rağmen Kur’ân ve Sünnet’in ölçülerine bağlı bir iktidara sahip bulunduklarının farkında olarak uygulamalarda bulunmuşlardır. Ayrıca onlar, “Hz. Peygamber’in halifesi” sıfatıyla iş gören, devletin ve ümmetin menfaatleriyle şahsî menfaatlerini birbirinden ayırabilen idealist anlayışı da korumuşlardır.13

Bu dönemdeki uygulamalar, devletin temel siyasî ve ahlâkî hedeferine sadık kalındığı sürece müesseseleşme konusunda esnek ve yenileşmeye açık bir anlayış geliştirilebileceğini de göstermiştir.14 Hz. Ömer’in savaş ganimetlerini ve fethedilen arazileri devlet mülkü olarak değerlendirip gazilere maaş bağlaması,15 içki içene Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir döneminde kırk değnek vurulurken Hz. Ömer’in bunu seksene çıkarması16 gibi adımlar bu bağlamda örnek verilebilir. Sonraki dönemlerde meydana gelecek siyasî tartışmalarda atıfta bulunulan konulardan biri olan yönetim yetkisinin üstlenilmesinde usul sorunu ile ilgili yaklaşım farklılıklarının da yönetim-ahlâk ilişkisinin konumlanmasında da etkili olduğunu söylemek mümkündür.

Üçüncü halife Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde yönetim-ahlâk ilişkisinin kavramsal çerçevede olmasa da somut olaylar üzerinden şekillendiği, fetihlerle gelen zenginleşmenin ve akabinde yaşanan ekonomik kriz sırasında yaşanan ahlâk eksenli tartışmaların sonraki siyasî ayrışmalara da kaynaklık ettiği görülmüştür. İbn Haldûn’a (ö. 808/1406) göre Hz. Osman döneminde fetihler büyük ölçüde tamamlanmış, millete ait devlet tekemmül etmiş, Araplar diğer uluslarla kendileri arasında sınır konumunda olan Basra, Kûfe, Şam ve Mısır’a ulaşmışlardı. Hz. Peygamber’in hidâyet yoluna uymak, ardından gitmek ve âdâbına riayet etmek, Kureyş ve Hicaz ehlinden muhacir ve ensar olan sahâbeler ile onlar dışındaki dar bir kesime mahsus hâle gelmişti. Benî Bekir b. Vâil, Abdü’l-Kays, Rabîa, Ezd, Kinde, Temîm, Kuzaa ve diğer kabilelerin az sayıdaki mensupları dışındaki Müslüman toplumun geneli Hz. Peygamber’le yakın bir sohbet içinde olmamışlardı. Bununla birlikte bu kabile mensupları, fetihlere katkıları ve zaferlerdeki başarıları nedeniyle kendilerine bir pay çıkarıyor, içlerindeki faziletli insanların öncelikli hak sahibi olduğuna inanıyorlardı. Nübüvvet döneminden sonra belirli bir zamanın geçmesi ve vahyin kesilmiş olması, sürçme ve yalpalamaların etkenleri arasındaydı. Câhiliye damarlarının da harekete geçmesiyle bu kesimler, ensar, muhacir ve sahâbe dışında kendilerinin de yönetime lâyık ve hak sahibi olduğuna inandılar.

Tüm bu düşüncelerin oluşmaya başladığı zamanlar Hz. Osman’ın dönemine denk düşüyordu. Artık halifenin büyük vilâyetlere atadığı valilere ithamlar yöneltiliyor, valilerin zulmettikleri ve israfa yöneldikleri gibi gerekçeler ileri sürülerek itaatte gevşeklik gösteriliyor, bir kısmının görevden alınmasına dair talepler dillendiriliyor, nihayetinde de bu yetkilileri görevden almadığı için halifeye olumsuz eleştirilerde bulunuluyordu. Bu söylentiler bir süre sonra Medine’ye de ulaşmış, sahâbe arasında rahatsızlık oluşmuş, Hz. Osman’ın görevi bırakması veya sıkıntılı valileri görevden alması yönünde temayül belirmişti. Bunun üzerine halife, bazı sahâbîleri farklı illere göndererek duyumlar hakkında denetim yaptırdı. Ammar b. Yâsir dışındaki diğer denetçiler iddiaların asılsız olduğu ve herhangi bir olumsuzluk görmedikleri kanaatiyle geri döndüler. Ancak Yahudi kökenli gruplar ve münafıklar tarafından desteklenen ftne hareketi, valiler hakkındaki iddiaları dilden dile ve mektuplarla yaymaya devam etti. Bu arada insanların zühtten uzaklaşıp yozlaştığını, israfın yaygınlaştığını ve bir günlük yeme-içme ihtiyacından fazla mal edinmenin, altın veya gümüş biriktirmenin israf olduğunu dile getiren Ebû Zer el-Gıfârî, yöneticilere dair eleştirileri nedeniyle rahatsızlığa neden olmuştu. Halife Hz. Osman’ın ise bu rahatsızlığı gidermek amacıyla, Ebû Zerr’in de talebi ve rızası doğrultusunda onu Rebeze’ye sürgün etmesi muhalifer tarafından tartışmalara malzeme edilmişti.17

Hz. Osman döneminde yaşanan siyasî tartışmaların temelinde diğer nedenlerin yanında yönetimin ahlâkîliğine dair tartışmalar bağlamında dile getirilen idarî kadroların belirlenmesinde ehliyet ve liyakatin göz ardı edildiği, kabilecilik yapıldığı, kamu kaynaklarının kullanılmasında tasarrufa riayet edilmediği, arazi rejiminin adalet ilkelerine göre gerçekleştirilmediği, ganimet ve hazine mallarının dağıtımında ölçülü ve ilkeli davranılmadığı gibi iddialar, halifenin şehit edilmesine kadar varan siyasî çalkantıların da temelini teşkil etmiştir. 18

Müminlerin emirinin muhalefet hareketi tarafından ortaya atılan iddialar üzerinden yönetimi bırakmaya davet edilmesi ve görevinin başındayken şehit edilmesiyle birlikte, halifenin sorumluluğu, halifenin görevini îfâda kusur ettiğinde hal‘ edilip edilemeyeceği, isyan ve siyasî muhalefet gibi konularda farklı görüşlerin ileri sürülmesine de zemin hazırlamıştır. 19

Hz. Osman’ın şehit edilmesi ayrışmaları sonlandırmamış, aksine Hz. Osman’ın haksızlığa uğradığı ve dördüncü halife Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katillerine karşı etkin bir mücadele sergilemediği iddialarını ileri süren gruplar, halifenin icraatına karşı filî tepki koymuştur. Katillerin cezalandırılması konusunda baskı altında olan Hz. Ali, “Osman’ı hepimiz öldürdük!” diyen kalabalık bir güruh karşısında çaresiz kalmış, Hz. Osman’ın valilerini görevden almış, bu durumda her geçen gün artan iç karışıklıklarla fetihler durmuş, ashab bölünmüştür. Hz. Âişe’nin öncülük ettiği, aralarında Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm gibi saygın sahâbîlerin de bulunduğu muhalefet hareketi ile Hz. Ali yönetimi arasında Cemel Vak’ası olarak bilinen muharebe gerçekleşmiştir.20 Hz. Âişe’nin öncülük ettiği hareketin, Hz. Ali’nin hilâfetine değil, Hz. Osman’ın katillerine yaptırım uygulanmasına yönelik bir hukukîlik arayışı olarak değerlendirilmesi de mümkün görünmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin taraftarlarına hitabında, “Kendilerine Kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabına çağrılıyorlar.”21 âyeti üzerinden bir motivasyon sağlaması bu duruma işaret etmektedir.22

Hz. Osman’ın katillerinden hesap sorulmadığı gerekçesiyle Hz. Ali’ye biat etmeyip halifenin oluşturulacak bir şûra meclisi tarafından belirlenmesi gerektiğini ileri sürerek başka bir muhalefet hareketi başlatan Muâviye b. Ebû Süfyân (ö. 60/680) ile Halife Hz. Ali’nin ordusu arasında yaşanan Sıffîn Savaşı23 ise yönetim yetkisinin üstlenilmesinde dinî referansların araçsallaştırılması bakımından önemli bir parametre niteliğindedir. Aylarca süren ve aynı inanç ve değerlere sahip binlerce insanın birbirini katlettiği bu savaşta yenileceğini anlayan Muâviye, askerlerine Kur’ân sayfalarını mızraklarının ucuna takıp “Savaşı bırakalım, aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun” diyerek karşı tarafa seslenmelerini emretmiştir. Bu manevra karşısında savaşı durdurmak durumunda kalan Hz. Ali, Muâviye’nin iki taraf arasında bir hakem heyeti oluşması ve ihtilâfı konuların bu heyet tarafından sonuçlandırması teklifni de kabul etmiştir.24

Diğer yandan bu yaklaşımı meşrû bulmayan başka bir grup ise, Allah’ın kitabı dışında kimsenin hakemliğinin kabul edilemeyeceği argümanıyla yeni bir akım başlatmış, 25 “Hâricîler” olarak bilinen bu grubun ileri sürdüğü fkirler bir sonraki başlıkta anlatılacak olan itikadî/kelâmî yönelişler açısından da önem arz etmiştir.26 Ortak bağımsız bir heyetin ihtilâfarı gidermek için karar vermesi konusundaki uzlaşma üzerine oluşturulan hakem heyetinin etkin kararlar alamaması ve alınan kararların manipüle edilmesi, yönetim-ahlâk ilişkisinin pratik değeri açısından ele alınmaya muhtaçtır.

Râşid Halifelerin dördüncü halkası Hz. Ali’nin, Hâricî Abdurrahman b. Mülcem tarafından yaralanıp şehit edilmesi,27 kendisinin yerine geçecek bir halife tayin etmeyi uygun görmemesi, oğlu Hz. Hasan’ın (ö. 49/669) da yönetici olması konusundaki taleplere rağmen, ümmetin birliğinin sağlanması adına halifelikten feragat edip Muâviye b. Ebû Süfyân’a biat etmesiyle28 birlikte, daha önce temelleri atılan Emevî Devleti resmen kurulmuştur. 29

Emevî Devletinin kuruluşu ve yönetime dair usul ve ilkeleri ile yönetim uygulamaları, yönetim-ahlâk ilişkisi açısından yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etmektedir.30 Hulefâ-yi Râşidîn “halîfetü resûlillâh” (Allah resulünün halifesi) veya “emîrü’l-mü’minîn” (müminlerin idarecisi) unvanını kullanmışken31 Emevîler döneminde devlet başkanı için “halîfetullah” (Allah’ın halifesi) unvanının kullanılması,32 yöneticiye Allah adına ve ondan aldığı yetkiyle uygulayan kişi olma şeklinde mânevî bir güç ve otorite sağlamıştır. Merkezî devleti kutsallaştıran anlayışın, sonraki bölümlerde de tartışılacak olan, devleti Tanrı’nın yeryüzündeki yansıması ya da mutlak ruhun (geist) tarih içindeki tecessüm etmiş şekli olarak tanımlayan Hegel’in (ö. 1831) fkriyle33 benzerlik taşıması dikkat çekicidir.

İlk dört halifenin yönetimi üstlendiği “hilâfet dönemi” ile Emevîler’in yönetim yetkisini deruhte ettikleri “saltanat dönemi” hakkındaki değerlendirmelerde, yönetim ahlâkı kavramının kapsamına giren; yöneticinin seçilme usulleri ve yöneticinin taşıması gereken nitelikler ile yönetim uygulamalarının ön plana çıktığı görülmektedir. İlk dört halifenin seçiminde, ehliyet ve liyakat sahibi olmanın yanı sıra, istişare ve icmâ yoluyla seçilme prensipleri dikkate alınmışken Muâviye’nin, savaşı da içeren siyasî mücadeleyle yönetimi ele geçirmesi ve oğlu Yezîd’i (ö. 64/683) veliaht tayin etmesi, 34yöneticiliğin intikalinde veraset sistemini ortaya çıkarmıştır.35 Bu dönemde, yönetimde dinin hükümlerinin ikinci planda tutulduğu, gücün hukuktan değil kuvvetten beslendiği, kamu yararı yerine kişi, aile, akraba ve kabile gibi bağların ve çıkarların öncelendiği gibi iddialar, İslâm âlimleri ve Müslüman toplum tarafından yoğun bir şekilde gündemde tutulmuş, bu nedenlerle Emevî dönemi boyunca meşruiyet, hukukîlik ve ahlâkîlik eksenli tartışmalar canlılığını korumuştur.36

Yönetime getirilmesindeki usule yapılan itirazların ve meşruiyeti olmadığı iddialarının yanı sıra, Yezîd b. Muâviye’nin dinî ve ahlâkî değerlere bağlılık konusunda kişisel zafyetlerinin de bulunduğunu dillendiren muhalif hareket, Hz. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in (ö. 61/680) hilâfet makamına elverişli olduğunu benimsemiş ise de Hz. Hüseyin, Yezîd ordusu tarafından Kerbelâ’da şehit edilmiştir.37 Aynı şekilde hilâfetin saltanata dönüştürülmesine bir karşı duruş olarak kendisini emîrü’l-mü’minîn ilân eden ve yaklaşık on yıl boyunca Müslüman coğrafyanın yarısına yakınının desteğini alan Abdullah b. Zübeyr (ö. 73/692) de Haccâc b. Yûsuf tarafından Kâbe’de aylarca muhasara altında tutulmuştur. Hz. Hüseyin’in acımasızca şehit edilmesi ve Abdullah b. Zübeyr taraftarlarına yönelik kuşatmada Kâbe’nin mancınıklarla taşlanması, Abdullah’ın taraftarlarıyla birlikte katledilmesi38 gibi travmatik olaylar, elim birer tarihî hâdiseden ibaret kalmamış, aynı zamanda yönetim sistemlerinin ve yöneticilerin ahlâkîliği konusu üzerinden itikâdî ve siyasî çekişmelerin süregelen derin bir ayrışmaya dönüşmesine neden olmuştur

Yönetimin toplumun din ve dünya işlerini düzenlemek amacından sapıp belirli bir ailenin hâkimiyetini meşrûlaştırmak için kullanıldığı kabulüne dayalı fkrî muhalefetin saltanat dönemi boyunca devam ettiği görülür. Ağırlıklı olarak Kûfe merkezli hareketlerin ön plana çıktığı dinî argümanlara dayalı bu muhalefet otoriteye değil yönetimin meşruiyetine karşıdır. 39 Aynı şekilde, kamu gücünün ve maliyesinin ırk, kabile veya akrabalık bağları ön plana alınarak kullanılması ve Arap olmayan Müslüman grupların (mevâli), kamu uygulamalarında eşitliksiz muameleye tabi tutulması da toplum kesimleri arasında kırılmayı derinleştirmiş ve idareye yöneltilen ahlâk ve adalet eksenli eleştirilere kaynaklık etmiştir.

Emevîler’den sonra yönetimi ele alan Abbâsîler ümmet içinde kötü bir intiba bırakmış olan Emevî hilâfetinin alternatif olma avantajını iyi kullanmış, toplumsal muhalefeti besleyen kamu uygulamalarının oluşturduğu rahatsızlıktan yararlanmış ve Hz. Peygamber’e nesep itibariyle yakınlığı da meşruiyet için gerekçe göstererek devlet yönetimini ele geçirmişlerdir. Emevîlerle başlayan “yöneticinin dinî/mânevî gücü ve otoriteyi de temsil ettiği” anlayışı Abbasilerde de sürdürülmüş, yöneticilere “halîfetullah” ve “zıllullahi f’l-arz” gibi unvanlarla hitap edilmiştir

1055’te Bağdat’a gelen Büyük Selçuklu Devleti hükümdarı Tuğrul Bey’in (ö. 455/1063) Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillâh’ın (ö. 467/1075) hilâfetine son vermeyip yönetim yetkisini paylaşma yolunu seçmesi, dinî-mânevî iktidarı temsil eden halifenin yanına, idarî ve siyasî iktidarı temsil eden sultanın eklenmesi ve bu iki otoritenin genel olarak birbirlerini güçlendirecek uygulamalarda bulunması42, din ve devlet işlerinin farklı otoritelerce temsil edildiği bir yönetim teşkilatlanması olarak algılanmamış, yönetimde yetkinin paylaşıldığı yeni bir sistemin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.43 Selçuklu sultanları döneminde bu ilişkinin sürdürüldüğü görülmektedir. Halife veya sultan lakabıyla anılan yöneticilerin belirlenmesinde nesep bağı olması şeklindeki tercih devam etmiştir.

Osmanlı Devleti dönemine gelindiğinde yönetim-ahlâk ilişkisi kuramsal ve pratik anlamda karşılık bulmuş, Kınalızâde Ali Efendi’nin (ö. 979/1572) “dâire-i adliye” olarak ifade ettiği “adalet döngüsü” yönetim uygulamalarının temelini oluşturmuştur. Buna göre; devlet, halk, ekonomi ve ordu/güç arasındaki bağı koruyan ve mülkü ayakta tutan çekirdek güç adalettir.44 Kaynağını İslâm dininden alan ve kendine özgü kurumsallaşmış bir yapıyı ifade eden bu adalet döngüsü, ulemâ ve düşünürlerin devleti denetlemesinde anahtar bir konuma sahip olmuş, toplumsal dengenin sağlanması ve devletin gevşeklik, bıkkınlık ve gerileme gibi olumsuz durumların içine düşmekten kurtulması da “esasların esası” olarak kabul edilen adaletle ilişkilendirilmiştir

Kamu idaresinin en üst otoritesini temsil eden Osmanlı padişahlarının, Yavuz Sultan Selim’den (ö. 926/1520) itibaren halife unvanını da taşıdıkları, başlangıçta “hâdimü’l-haremeyni’ş-şerifeyn” unvanıyla yetinilirken, Kanûnî Sultan Süleyman’dan (ö. 974/1566) itibaren “halife-i rûy-i zemîn”, III. Selim’den (ö. 1223/1808) sonra ve özellikle Sultan Abdülaziz’den (1830-1876) itibaren de “halife-i müslimîn” ve “zıllullahi f’l-arz” lakaplarının kullanıldığı bilinmektedir.46 Böylece dinî/şer’î ve siyasî otoriteyi tek kişide toplayan yönetsel anlayışa geri dönülmüş, Emevî döneminde olduğu gibi, yöneticinin Yaratıcıyla ilintili bir unvanla anılması geleneği canlandırılmıştır.

İslâm tarihi boyunca devlet anlayışındaki en önemli değişmelerden biri, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla hilâfetin ortadan kalkışı ve sömürge döneminin ardından ortaya çıkan millet-devlet örgütlenmesine geçiştir. Bu dönüşüm, gerek teorik gerekse pratik devlet anlayışında ciddi bir hesaplaşma zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Öncelikle devlet, hukukî ve ahlâkî temelli hayat anlayışını siyasî anlamda hayata geçiren bir araç olmaktan çok, modern milletlerarası sistemin bir unsuru olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Müslüman toplumların II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan bağımsızlık mücadeleleri, Müslüman nüfusa dayanan millet-devletlerin ortaya çıkışı ile sonuçlanmıştır. Bu devletlerin yönetimi, kendi medeniyet geçmişi ve dolayısıyla da kendi tarihine özgü yönetim anlayışı dışında, yeni bir siyasî anlayışın esaslarına göre şekillenmiştir.

Modern dünyanın, Müslüman toplumları idare eden erklerin oluşum evrelerinde, “devletin İslâmî-ahlâkî idealleri gerçekleştiren bir araç olduğu” anlayışını ötelemeleri, “İslâmî devlet” kavramı üzerinden yeni bir dinî/ siyasî arayışa giren akımları tetiklemiştir. Ancak bu akımların, bir millet-devletin İslâmî esaslara göre düzenlenmesi anlayışıyla sınırlı kalmaları, alternatif bir milletlerarası hukuk ve siyaset sistemi oluşturmalarını zorlaştırmıştır.

Günümüz dünyasında; dinî referansların otoritenin meşrûlaştırılma aracı hâline getirilmesi şeklindeki tarihsel örneklerin de etkisiyle, dinî değerlerin ilkelere dayalı bir yönetimin inşası açısından elverişli olup olmadığı tartışma konusu edilmiştir. Yönetim ahlâkına dair ilkelerin, güncel anlayış ve beklentiler de göz önünde bulundurularak yeniden ele alınması, değişen ve gelişen dünyanın etik ilkeler ve değerler noktasındaki beklentilerine karşılık gelmektedir.

2. İtikadi/Kelâmî Açıdan Yönetim-Ahlâk İlişkisi

İslâm düşüncesinde inançla yönetim arasında teorik ilişki kurulması amacıyla, ilâhiyat ve tabîiyat konularıyla birlikte imâmet ve hilâfet meseleleri de akaid/kelâm kitaplarında ele alınmıştır. 48 Yönetim ve yöneticiyle ilgili konuların inancın sıhhati açısından ele alınmasının yerinde olmadığı daha çok Fıkıh ilmi açısından değerlendirilmesi gerektiği dile getirilmekle birlikte,49 özellikle Şîa’nın imâmet ve hilâfeti inanç meselesi olarak işlemesiyle birlikte, konunun akaid/kelâm kitaplarında tez-antitez şeklinde ele alındığı kabul edilmektedir

Akaid-Kelâm kaynaklarında imâmet veya hilâfet başlığı altında ele alınan tartışmalar, ilk dört halifenin yöneticiliğinin temellendirilmesine ve meşruiyete dair ileri sürülen anti tezlerin çürütülmesine yöneliktir. Bununla birlikte, meşruiyete dair tezlerin Kur’ân ayetlerinin tefsir edilmesi şeklinde ortaya konmuş olması,51 meseleyi aynı zamanda Tefsir ilminin ilgi sahasına çekmiştir. Öte yandan, Hulefâ-yi Râşidînin ilmî, ahlâkî ve idarî kapasiteleri bakımından halifeliğe en lâyık kişiler olduğu anlatımı âyet ve hadislerle pekiştirilmiş,52 yöneticide bulunması gereken vasıfar sayılırken yönetim ahlâkı anlayışının ilk örnekleri de ortaya konmuştur.

Şîa mensupları, Hz. Peygamber’den sonra onun mânevî sorumluluklarını da üstlenecek şekilde, toplumun liderliğini deruhte etmek üzere, nasla belirlenmiş bir imamın bulunmasının zorunlu olduğu iddiasını güçlendirmek için Kur’ân âyetleri ve hadisler karşısında mezhebi bir anlayış ve yaklaşım sergilemişlerdir. Böylece; yönetim-ahlâk ilişkisi, yönetim-inanç perspektifnde değerlendirilmiş, Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile gibi inanç ekolleri tarafından da sorun inanç konusu olarak işlenmiştir.

Şîa’ya göre Cebrâil (a.s.) Vedâ Hutbesi sırasında Hz. Peygamber’e Hz. Ali’nin hilâfetini ilân etmesini iletmiş, Hz. Peygamber ise ashâbının bunu kabullenmekte zorlanacağını düşünerek bir süre bu konuda duraksamış, hac sonrasında Medine’ye dönüş yolunda Gadîr-i Hum mevkiinde konaklarken (H. 10, M. 632) “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfrler topluluğunu hidâyete erdirmeyecektir.”53 âyeti nâzil olmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) ashâbını toplayarak “Sekaleyn hadisi” diye meşhur olan sözlerini söylemiştir: “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i Beytimi. Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz…”.54 Resûl-i Ekrem konuşmasını bitirdikten sonra Hz. Ali’yi sağ tarafına almış, elini tutup kaldırmış ve şöyle demiştir: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol!” Hz. Peygamber’in bu açıklamalarından sonra, başta Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olmak üzere orada bulunan Müslümanlar Hz. Ali’yi tebrik etmişlerdir. Bunun üzerine nâzil olan “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı beğendim”55 mealindeki âyet de anlam olarak bu olayı anlatmaktadır.

Şiî müfessirler Allah’ın en son emrettiği farzın velâyet olduğunu, böylece dinin kemâle erdiğini ileri sürmekte,57 Hz. Peygamber’in Sekaleyn hadisinde Ehl-i Beyt’in kendisinden sonra velâyeti üstleneceğine vurgu yapması üzerine, bir grup Müslüman’ın Kâbe’de buluşup, imâmetin Ehl-i Beyt’ten birine verilmesini asla kabul etmeyeceklerine dair gizli bir anlaşma yaptıklarına dair rivayetlere yer vermişlerdir. Bu anlatımlara göre, “Yoksa (gerçeği kabul etmeme konusunda) bir işe kesin karar mı verdiler? Şüphesiz biz de (onları cezalandırmakta) kararlıyız. Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar? Hayır! Öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz (melekler) yazmaktadırlar.”58 âyeti de bu durumu Hz. Peygamber’e bildirmek amacıyla nâzil olmuştur

Şîa’nın hilâfet, imâmet, vesâyet ve velâyet gibi yönetim kavramlarına bakışı, Kur’ân âyetlerinde yer verilen pek çok kavram gibi ahlâkî kavramlara da yansımış, nifak, zulüm, bağy, fahşâ gibi olumsuz nitelikleri anlatan âyetlerin Hz. Âişe, Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman başta olmak üzere sahâbenin önde gelenleri ve Muâviye b. Ebu Sufyân ile diğer Emevî hükümdarlarına işaret ettiği, adalet, ihsan ve mîzan gibi olumlu konuları anlatan âyetlerin ise Hz. Ali ve Ehl-i Beyt imamlarına işaret ettiği yaklaşımı benimsenmiştir. Kur’ân âyetlerinin vahyedildiği dönemde henüz gerçekleşmemiş olayların âyetlerin nüzul sebebi olarak gösterilmesi sorunu ise “te’vili tenzilinden sonra vuku bulan âyetler” formülüyle aşılmaya çalışılmıştır.

Şîa’nın yönetim anlayışının inanç ilkeleriyle ilişkilendirilmesi ve nasları mezhebî perspektife yorumlaması karşısında Ehl-i Sünnet mezheplerinden Eş’ariyye’nin kurucusu Ebü’l-Hasan el-Eş’arî (ö. 324/935-36), el-İbâne isimli eserinde yer verdiği “Hz. Ebû Bekir Sıddîk’in İmâmeti” babında, onun hilâfetinin meşruiyetini Kur’ân âyetleri ve hadislerle kanıtlamaya yönelmiştir. Eş’arî; “Allah, içinizden, iman edip de sâlih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaatte bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar.”61 “Onlar öyle kimselerdir ki, şayet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.”62 âyetlerini zikrettikten sonra, Allah Teâlâ’nın Kur’ân’ın pek çok yerinde muhacir ile ensarı ve bunlardan İslâm’a ilk girenleri övdüğünü, ayrıca Bey’atü’r-Rıdvân’a63 katılanlardan razı olduğunu, “Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur.”64 âyetiyle buyurduğunu belirtir.

Eş’arî’ye göre, Hz. Ali gibi Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman da Allah’ın Kur’ân’da övdüğü ve kendilerinden razı olduğunu açıkça belirttiği kimseler arasındadır. Allah’ın övgüsüne mazhar olan sahâbe topluluğunun Hz. Ebû Bekir’in yöneticiliğinde icmâ etmesi ve onu “Resûlullah’ın halifesi” unvanıyla isimlendirip biat etmesi, hem erdem ve fazilet bakımından hem de yöneticilik için gerekli olan; ilim, zühd, güçlü görüş ve toplumu yönetme kabiliyeti gibi nitelikler bakımından aralarındaki en liyakatli kişi olduğunu onaylamaları anlamına gelmektedir. Hz. Ali ve Hz. Abbas’ın gecikmeli de olsa biat etmeleri tam anlamıyla icmâın gerçekleştiğini göstermektedir. Her iki ismin de gönülden olmamakla birlikte zâhiren biat ettikleri şeklindeki Şiî görüşleri reddeden Eş’arî, insanların zâhirî görüşleri üzerinden hüküm verilmesi gerektiğini, aksi hâlde hiçbir konuda hüküm verilemeyeceğini ifade eder. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti meşrû olduğu gibi, Hz. Ömer’in hilâfeti Hz. Ebû Bekir tarafından yapılan atama nedeniyle, Hz. Osman’ın hilâfeti şûra meclisi kararıyla, Hz. Ali’nin hilâfeti de ehl-i hal’ ve’l-akd olan sahâbenin kararıyla meşrûdur. Hulefâ-yi Râşidî’nin hilâfet sıralamaları aynı zamanda erdem, fazilet ve ilim bakımından da geçerli bir sıralamadır. Dört halifenin her biri İslâm ümmetinin yöneticisidir ve dördünün de adalet ve fazilet sahibi oldukları konusunda ümmet ittifak etmiştir. Hz. Peygamber’in “Ümmetim arasında halifelik otuz sene olacaktır bu müddetten sonra hükümdarlık gelecektir”65 hadisi de dört imamın her birinin hilâfetinin meşru olduğuna delildir.

Hicrî ikinci asırda Vâsıl b. Atâ ve Amr b. Ubeyd’in öncülüğünde başlayan ve inanç anlayışı, “usûl-i hamse” olarak bilinen; “tevhit”, “adalet”, “va’d ve vaîd”, “el-menzile beyne’l-menzileteyn”, “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” kavramları temeline dayanan Mu’tezile mezhebi, yönetime bakış açısını da bu zemine oturtmaya çalışmıştır. Mezhebin ünlü kelâmcısı Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1025), Şerhu’l-Usûli’l-Hamse isimli eserinde, beş temel ilkeden emr-i bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker başlığı altında imâmet bahsini işlemiştir. Ona göre birey ve topluma iyiliği anlatıp yaymak ve insanları kötülükten sakındırıp alıkoymak, Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleriyle her Müslüman için zorunlu kılınan bir görevdir. “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.”67 Âyeti ve Hz. Lokman’ın dilinden oğluna hitâben zikredilen “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy.”68 âyeti buna delildir. 69 İyiliği yaymak ve kötülüklerden sakındırmak ancak yöneticiler tarafından yerine getirilebileceğinden, imâmetin bu başlıkla bağlantısı vardır. İmam, yönetimin en üst otoritesini temsil eder. Şer’î hükümlerin yürütülmesi, şehirlerin huzurunun temin edilmesi, bozguncuların engellenmesi, aksaklıkların giderilmesi, ordu, savaş ve adaletle ilgili işlerin düzenlenmesi ve benzeri konular, yönetim olmadan gerçekleştirilemeyecek konulardır. Bu bakımdan, toplumu yönetecek bir imamın belirlenmesi zorunluluk (vücûb) ifade eder.70 Mu’tezile, yönetimle ilgili konularda gerek Ehl-i Sünnet’in gerekse Şîa’nın delil olarak gösterdiği âyetleri farklı bir bakış açısıyla ele alarak bu nasların belirgin bir şekilde Hz. Peygamber’den sonra herhangi bir ismin halife olmasına delâlet etmediğini, böyle bir açıklık olması hâlinde halifeye biat etmeyenlerin kâfr olarak kabul edilmelerinin gerektiğini, oysa sahâbeden bir kısmının dahi kime biat edileceği konusunda farklı tutumlarının olduğunu ileri sürmüştür. Âyet veya hadislerin bâtınî anlamları üzerinden bir hüküm inşa etmenin de doğru olmadığını savunan Mu’tezile mensupları, halifelerin meşruiyetinin icmâ ve akde dayandığını, sahâbenin bir araya gelip Hz. Ebû Bekir’i ve ardından da diğer halifeleri icmâ ile halife olarak kabul ettiklerini ve yaptıkları biatle de halifeyle bir akit gerçekleştirmiş olduklarını, böylece yönetimin meşruiyet kazandığını benimsemiştir

Mu’tezile, yönetim-ahlâk ilişkisi tartışmalarını ise mezhebin yukarıda atıfta bulunulan beş temel ilkesinden “adalet” ile ilişkilendirmiştir. Buna göre adalet, hem yönetim görevini üstlenecek kişide aranan vazgeçilmez bir koşul, hem de doğru ve iyi yönetim uygulamalarını altında toplayan bir çatı kavramdır. Çünkü yönetici ve yönetim, etkileri diğer insanlara yansıyan, sadece kendinde sınırlı kalmayan yapıdadır. Bu anlamda, fâsık kişinin namazda imamlık yapması kabul edilebilirse de topluma önderlik yapması kabul edilemez. Çünkü toplum liderinin verdiği kararlar, uygulayacağı hükümler ve cezalar, başka insanların yaşantısına etki edecektir.

Yönetim ve ahlâk konusunu inanç ilkeleri açısından detaylı bir şekilde ele alarak tartışan Mu’tezile ekolleri, Şîa’nın imamın nasla tayin edilmesinin ve mâsum olmasının vâcip olduğu, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafından imam olarak tayin edildiği ve ilk üç halifenin hilâfetinin meşrû olmadığı iddialarını detaylı bir şekilde tartışarak anti tezler sunmuştur. Bu bağlamda, Kâdî Abdülcebbâr, Şîa tarafından delil olarak ileri sürülen ve bazı örnekleri yukarıda serdedilen âyet ve hadisleri bir bir ele alarak Şîa’nın bu nasları anlama biçiminin sorunlu olduğunu ispatlama çabası sergiler.

3. Ahlâkî/Tasavvufî Açıdan Yönetim-Ahlâk İlişkisi

İslâm düşünce tarihinde ahlâktan bağımsız bir alan olarak sekülerize edilmiş bir siyasî düşünce birikiminden bahsetmek imkânsızdır.74 Bu anlamda, devletle ahlâkın ilişkisini koymaya çalışan gelenekçi ahlâkçılar; siyasetin ahlâkın üçüncü ana konusu olduğunu dile getirirler. Çünkü ahlâkî davranışlar, bireysel ve toplumsal hayatın hem önemli bir ürünü, hem de düzenleyicisi olup, insana bireysel ve toplumsal hedefer belirler.

Kur’ân’ın yönetim alanında kullandığı terimleri ve İslâmî düşünce geleneğinin yönlendirici etkisi ile yönetime dair kavramlaştırma ve sınıfandırmaları yapan İslâm felsefecileri, meseleye daha çok felsefî bir ideal olarak yaklaşmıştır. Oysa tasavvufî ve ahlâkî anlayışın eseri olarak ortaya çıkan ilke arayışlarının, sadece bir ideal devlet fkri oluşturma veya ideal yönetici tasavvuru inşası amacıyla sınırlı kalmadığı, gerçekçi bir yaklaşımla, filî ve pratik sonuçların hedefendiği görülür.76 Ahlâkın devlet için önemi kadar, ahlâkî ilkelerin yerleşmesi, yaygınlaşması ve korunması bakımından ahlâkın otoriteye duyduğu ihtiyacı da göz önünde bulunduran ahlâkî ve tasavvufî yaklaşım, yönetimle ahlâk arasında karşılıklı ve sürekli bir ilişki kurmuştur.

Daha çok tavsiye ve nasihat formunda kendisini gösteren ahlâkî/tasavvufî yaklaşım, Kur’ân, hadis ve İslâm tarihi içindeki örneklerden hareketle prensipler belirlemiştir. Ancak belirlenen ilkeler ve varılan sonuçlar fıkhî bir hüküm kesinliğinde değil, tavsiye ve öğüt mâhiyetindedir. Devleti bir “müessese” olarak kabul eden bu anlayış, erdemli bir idarecinin müesseseyi ayakta tutan ve başarılı kılan konumunu dikkate alarak,78 iyi bir idareci inşa etme arayışında olmuştur.

Devlet başkanlarına ve kamu görevi üstlenen yetkililere nasihatlerde bulunmak amacıyla kaleme alınan ve genel olarak “siyâsetnâme” başlığı altında derlenen eserlerde tasavvufî/ahlâkî yaklaşımın izdüşümlerini görmek mümkündür. Siyâsetnâme geleneğinde, devlet başkanları için yazılan eserler “nasîhatü’l-mülûk, âdâbü’l-mülûk, tuhfetü’l-mülûk, ahlâku’l-mülûk, enîsü’l-mülûk” gibi isimlerle adlandırılırken, vezir, emir veya diğer devlet adamlarına yönelik eserler, “nasîhatü’l-vüzerâ, tuhfetü’l-vüzerâ, mir’atü’lvüzerâ” gibi başlıklarla isimlendirilmiştir.

Benzer şekilde, içtimaî hayatın bir unsuru olarak bireyin kişisel ve toplumsal davranışlarının, etik değerler anlayışı içerisinde ele alınarak incelendiği, ahlâkî ve içtimaî kuralları içeren âdâb eserlerini de bu kategoride değerlendirmek mümkündür. “Âdâbü’l-mülûk”, “âdâbü’l-vizâre”, “âdâbü’l-kadî” ve “âdâbü’l-müftî” isimleriyle anılan80 eserlerde yönetim alanında görev üstlenen kişilerin yanı sıra yöneticilerle iletişim kuran toplum bireylerinin takınması gereken tutumlar ile ilgili etik kurallar tartışılırken, Kur’ân âyetleri ve hadislerle dinî tecrübeden yararlanılır.

Dinin emirleri ile ahlâk kuralları arasında tam bir ilişkinin bulunduğunu benimseyen İslâm ahlâkçıları, dinî emirlerle ahlâkî görevlerin kaynağının aynı olduğunu savunur. Yaratılış itibariyle medenî bir varlık olarak yaratılan insan, cemiyet hâlinde yaşamaya ve kamu yönetimi tarafından idare edilmeye muhtaçtır. Dolayısıyla insanın yönetime karşı bazı sorumlulukları bulunduğu gibi, yönetimin de insana karşı sorumlulukları vardır.82 “Kul hakkı”, “sorumluluk”, “fazilet”, “tövbe” ve “âhiret” gibi kavramlarla temellenen ahlâkî/tasavvufî anlayış,83 yöneticiyi de bir birey olarak değerlendirip, onda bulunması gerekli olan nitelik ve davranışlarla ilgili değerler oluşturmaya çalışmıştır. Bu bakış açısı yönetim ahlâkını, sadece kamu yönetimi alanıyla sınırlandırılmamış, bireyin kendisi, ailesi ve çevresindeki insanlarla yönetişimini de ahlâkîlik açısından değerlendirmiştir.

Sözgelimi Mâverdî (ö. 450/1058), Dürerü’s-Sülûk fî Siyâseti’l-Mülûk isimli eserinde, insanın, başkalarını yönetmeye başlamadan önce kendisini yönetmeye başlaması gerektiğini, kendi kişilik haklarını ihlâl eden ferdin, başkalarının hukukunu daha öncelikli olarak çiğneyeceğini ifade eder.85 Kitabın devam eden bölümlerinde tevazu, kibirden kaçınma, insaf, vakar, şefkat, merhamet, müsamaha ve iyi niyetli olma gibi olumlu ahlâkî özelliklerin yanı sıra, kibir, ihtiras, cimrilik, gereksiz öfke, başa kakma gibi menf ahlâkî davranışlar ele alınır ve hikmetli sözler, âyetler ve hadisler ışığında anlatılır. Ona göre “(Ey Muhammed!) Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”86 âyeti, bir eyleme değer kazandıran temel unsurun, onun övgüye değer ahlâkî bir nitelik taşımasıyla doğrudan ilintili olduğunu göstermektedir. Çünkü insanlar için en yüce mertebe olan nübüvvet, ahlâkî faziletlerin en üstünlerine sahip olan Hz. Peygamber’e tevdi edilmiştir.

Yönetimin iyiliği yaymak ve kötülüğü engellemek için bir araç olduğunu benimseyen tasavvufî/ahlâkî anlayış, bu alanda görev üstlenmenin, a) saâdet-i mahze ve rızâ-i ilâhî, b) sevâb ve ikâb-ı uhrevî perspektifnden değerlendirilmesini gerekli görür.88 Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker görevini üstlenen herkes, bu yönüyle, Allah’ın, Resûlü’nün ve ona vahyedilen kitabın halifesidir.

Kamu yönetimi görevini üstlenmek, Allah’ın her devirde belirli insanlara verdiği bir nimet ve aynı zamanda da bir emanettir. Bu emaneti üstlenenler, ahlâkî değerler çerçevesinde hizmet ettikleri sürece mülkleri devam eder. İdarenin ahlâkîliğini yitirmesi ise çöküş getirir. İdarecilerin Allah’ın rızasını elde etmek için kamu hizmetine sunulmak üzere yaptıkları tüm iyi işler, toplumun hayır duasını almaya ve nihayetinde âhiret sevabına ermeye de vesile olur.

Yönetime dair tasavvufî/ahlâkî bakış açısının izdüşümlerini özellikle Kur’ân’ı tasavvufî/ahlâkî bakış açısıyla yorumlayan91 işârî tefsirlerde belirgin bir şekilde görmek mümkündür. Yönetici olan bireyi, “kamu yararına hizmet etme sorumluluğunu üstlenen kişi”, yönetimi de “kamu hukukunu ayakta tutmakla sorumlu yapı” olarak gören bu bakış açısı, iyiliğin yayılması ve kötülüğün engellenmesi sorumluluğunu bireysel sorumlulukla vicdanî ve dinî sorumluluğu birleştirerek anlatır. Yöneticiler ahlâkî değerlerden sapmalara karşı vaaz ve nasihat üslûbuyla uyarılır ve edep kavramı üzerinden davranış modelleri oluşturulmaya çalışılır.

“Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir.”92 âyetinin tefsirinde Seâlibî (ö. 875/1471), dünya hayatının, Allah’a itaat ve ibadet için gerekli olan şeyleri tedarik etmek ve ihtiyaçları karşılamak anlamında yerilmediğini, dünya hayatı dışında herhangi bir değer taşımamanın yerildiğini belirtir. Bu noktada özellikle yöneticilerin, daha önce sahip olmadıkları imkânları yöneticilik vasıtasıyla elde ettikten sonraki hâllerinin ibretlik olduğunu, gereksiz işler ve eğlencelerle meşgul olduklarını, insanın özüne katkı sunmayan ziynetlerle güzelleşmeye çalıştıklarını, câhiliye geleneklerine dönerek, soy, mal-mülk ve neseple övünmeye başladıklarını, işte bu şekildeki “dünya hayatı”nın, âyetin devamında Allah (c.c.) tarafından, çiftçilerin hoşuna giden bir bitkinin daha sonra kuruyup sararması ve ardından da çer çöp olup değersizleşmesi örneğiyle anlatıldığını ifade eder.

Tasavvufî bir tefsir olan Letâifü’l-İşârât’ta Ebu’l-Kâsım el-Kuşeyrî (ö. 465/1072), Sebe Melikesi Belkıs’ın Hz. Süleyman’ın mektubunu aldıktan sonra etrafındaki kimselerle girdiği diyalogdan bir kısmını içeren “Ey ileri gelenler! Durumum hakkında bana görüş bildirin. Sizler yanımda bulunmadıkça hiçbir işe kesin olarak karar vermem.” Dediler ki: “Biz güçlü kimseleriz ve çetin savaşçılarız. Emir senin. Ne emredeceğini düşün.” âyetini, yöneten ve yönetilenlere bir âdap ve usul öğretmesi yönüyle ön plana çıkarır. Ona göre bu âyette Belkıs’ın yüce insanlara yakışır şekilde, kararlarını istibdatla değil, etrafındaki insanlara danışarak ve onların fkirlerini önemseyerek alması örnek olarak gösterildiği gibi, etrafında bulunan insanların âdâba riayet ederek, Belkıs’ın yönetiminde her türlü çabayı göstereceklerini, öneri sunmakla ilgili yükümlülüklerini yerine getirmenin ötesine geçmeyeceklerini ve yönetici tarafından verilen kararları birebir uygulayacaklarını ifade etmeleri de örnek gösterilmiştir.

Müfessir Âlûsî (ö. 1270/1854), “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”95 âyetinde yer verilen “emanet” kavramının, hukukullah (kamu hukuku) ve kişi hakları olarak sorumluluğu üstlenilen tüm hususları kapsayan, söz, eylem ve inanç boyutu taşıyan bir terim olduğunu ifade eder. Bu itibarla, söz konusu âyette, özellikle kamu yönetimini üstlenenler kast edilerek, yönetilenlerin hukukunu korumaları ve onları dinin ve şer’in gereklerine uygun şekilde yönlendirmeleri emredilir. Âyetten, mevki ve makamların ehliyet ve liyakat sahibi kimselere tevdi edilmesinin gerektiği de anlaşılır. Âyette emanetin Allah’ın emri ile ilişkilendirilmesi, konunun önemini vurgulamanın yanı sıra bu konudaki sorumluluğu eksiksiz şekilde yerine getirip korumanın zorunluluğunu ifade eder. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.); “Emanet anlayışına sahip olmayanın imanı da olmaz”96 buyurmuştur. Emanetin korunması, aynı zamanda mümin ile münafık arasındaki ayırt edici özelliklerdendir.

Ebû İshak es-Sa’lebî (ö. 427/1035), Hakâikü’t-Tefsir isimli eserinde hilâfet ile krallık arasındaki ayrıcı kriterin etik değerler olduğuna dair görüş ve yorumlara yer verir. “Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” demişlerdi…”98 âyetini de yönetimin ahlâkîliği bağlamında değerlendirir. Ona göre, yönettiği kimselere âdil davranan, hakları eşit dağıtan, aile bireylerine şefkat gösterir gibi yönettiklerine de şefkat gösteren ve Allah’ın kitabıyla hükmeden kişi halifedir. Herhangi bir kimsenin hakkı olan bir dirhemi haksız yere alıp da hukuka aykırı olarak kullanan, halife değil, kraldır. 99 Müfessirin burada hilâfet kavramıyla hukukî ve ahlâkî sorumluluk arasında ilişki kurduğu, ahlâkî endişeler taşımayan yönetimi ise krallık kavramıyla özdeşleştirdiği görülmektedir.

Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) de yönetim ahlâkı anlayışını Kur’ân âyetleri bağlamında kurguladığı görülür. Örneğin, “Görmedin mi, Allah nasıl bir benzetme yaptı. Güzel söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir”100 âyetini zikrettikten sonra, ağaç metaforu üzerinden yöneticiye şu nasihatlerde bulunur: “(Ey melik!) Allah, sana ebedî saadetin ve içinde sonsuz yaşayacağın nimetlerin iman çekirdeğini kalbinin en duru yerine ekti, kalbine ve sırrına tevdi etti ve sana bu çekirdeği yetiştirme imkânı sundu. O hâlde sen de bu ağacı itaatle sulamasın ki, âyette anlatıldığı gibi, köklerin yerin en derinliklerinde ve dalları da yüce semalarda olsun. Ağacın dalları imanla kemale ermezse, dalları da tekemmül edemez. O zaman ağacın son nefesini verip ölüp yitmesinden korkulur. Kalp ile iman kök, bedenin organlarıyla amel ise dallardır. Bilgili sultan, ağacı yetiştirmekle meşgul olmalıdır. Bunun için de haftanın günlerinden birini sadece ibadetlere ayırmalıdır ki bu gün, Cuma günü olmalıdır”. Devamında ise, yönetime yönelen riskler, danışma ve fkir alışverişinde bulunmanın önemi, uzmanlardan yararlanmanın gerekliliği, zulümden, kibirden, öfke ve intikam duygularından kaçınma, affedici olma, empati yapma, insanları eşit görme, kamu hizmetlerini diğer işlere önceleme, lüks ve israftan kaçınma ve halim olma gibi ahlâkî değerleri öğütler.

Benzer bir örnek olarak da Osmanlı ahlâkçısı Birgivî Mehmed Efendi’nin (ö. 981/1573) satırlarına yer verilebilir. Cilâü’l-Kulûb adlı meşhur eserinde onun yönetim mesuliyetini üstlenen kişilere yönelik nasihatlerini bir arada okumak mümkündür. II. Selim’in hocası Atâullah Efendi’nin ricasıyla kaleme aldığı risâlenin üçüncü bölümünü Hâce-i Sultânî’ye özel nasihatlere ayıran Birgivî, neredeyse her cümlesini âyet ve hadislere dayandırmak sûretiyle yöneticilere seslenir. Herkesin çoban olduğunu ve raiyyetinden mesul bulunduğunu hatırlatarak başlayan cümleler arasında âmirin, memurlarının ahlâkî durumundan da sorumlu olduğuna yer verilmesi dikkat çekicidir. Birgivî’ye göre yönetici, bulunduğu makamın yüceliğine aldanmaksızın kendi eksiklerini görmesini bilmeli, Allah’a yalvarıp af, afyet, rıza, tevfk ve istikamet dilemeli, Allah’ın nimetlerine kendi kazancı ile değil, O’nun lütfu ile kavuştuğunu kabul edip, bütün işlerini ‘gaybı ve görünüp duranı bilen’e havale etmeli, fazlını dileyerek O’na dayanmalıdır.

4. Fıkhî Açıdan Yönetim-Ahlâk İlişkisi

İmâmet, hilâfet, velâyet gibi yönetime dair konular, konuya atfedilen önem, ihtiyaçların çeşitliliği ve bakış açısı farklılığı gibi nedenlerle kelâm, İslâm ahlâkı, İslâm felsefesi, dinler tarihi, fıkıh ve tefsir gibi pek çok disiplin içerisinde kendisine alan bulmuştur. Yönetimle birlikte elde edilen gücün sağladığı kazanımlar ise meselenin sadece ilmî yönüyle değil, sosyal ve siyasal yönüyle de incelenmesine neden olmuştur. Dinler Tarihçisi Şehristânî’nin (ö. 548/1153); “İslâm dininin diğer temel meseleleriyle karşılaştırıldığında, imâmet meselesi, Müslümanların birbirlerine en fazla kılıç çekme sebebi olmuştur.”103 şeklindeki yorumu, İslâm düşüncesinin her döneminde yönetimin konumunun tanımlanmasına duyulan ihtiyacı çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.

Asr-ı Saâdetten itibaren Müslümanlar, hayatlarını Kur’ân ilkeleri doğrultusunda ve Hz. Peygamber’in örnekliğine göre düzenleme arayışına girmişlerdir. Bunun sonucunda ahlâk hadisleri, büyük hadis koleksiyonlarının “Kitâbü’l-Edeb”, “Kitâbü’l-Birr”, “Kitâbü Hüsni’l-hulk” gibi başlıkları altında derlenmiş, ahlâk rivayetlerini bir araya getiren müstakil eserler kaleme alınmış ve fıkıh kitaplarında da amelî ahlâk konuları müstakil başlıklar hâlinde derlenmiştir.

slâm siyasî düşünce tarihi içinde en önemli kaynaklar, İslâm hukuku metodolojisi çerçevesinde devleti ve siyasî yapılanmaları yorumlayan eserlerdir. “el-Ahkâmü’s-sultâniyye” ve “es-Siyâsetü’ş-şer‘iyye” gibi isimler altında toplanan bu eserlerde devlet anlayışı, siyasî gerçekliğin İslâm hukuku açısından yorumlanması ve yönlendirilmesi şeklinde ortaya konmuştur. Söz konusu eserlerde bir yandan Kur’ân ve Sünnet’e dayanan bir siyaset teorisi geliştirmeye çalışılırken öte yandan İslâm toplumunun siyasî hayatına girmiş müesseseleri İslâmî prensipler ışığında yeniden yorumlamaya ve ahlâkî denetim altına almaya gayret sarf edilmiştir. Hukukun belirleyici rolünün ağırlık taşıdığı bu eserlerde varılan her hüküm ve sonuç bu çerçevede delillendirilmeye çalışılmış, teoriler de bu temel prensip üzerine inşa edilmiştir.

Takıyyüddin İbn Teymiyye (ö. 728/1328) de es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye isimli eserinde siyaset-ahlâk ilişkisini “emanet” ve “velâyet” kavramları üzerinden şekillendirmiştir. Ona göre bu iki kavram, dikey ve yatay boyutta, ehliyet, liyakat ve sorumluluk gibi hukukî-ahlâkî değerleri kapsayacak bir mâhiyete sahiptir. Böylece o, devletin hukukla ilişkisini müesseseler düzeyiyle sınırlı tutmayıp, bireysel ve toplumsal ahlâkla kamu idaresi arasında bağ kurmuştur. İbn Teymiyye ’ye göre, “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin. Bile bile kendi (aranızdaki) emanetlerinize de hainlik etmeyin.”106 âyetinden anlaşılması gereken, ehliyet veya liyakat sahibi olmadan sorumluluk üstlenip kendisine emanet mâhiyetinde tevdi edilen konuların gereğini ihlâl etmenin, Allah’a ve Resûlüne hainlik etmekle ilintili olduğudur.107 Aynı şekilde, yönetim ilkeleri arasında yer alan şûrâ da sadece bir müessese değil, aynı zamanda gereğinin yapılması dinî/ vicdânî neticeler doğuran bir anlayıştır.

Yönetim alanını hukukun öngördüğü ahlâkî prensiplerle yorumlayan bakış açısına göre yönetim ve yönetici, insanlara ve dine hizmet etmek için birer vesiledir. İmâmet kavramı, dinî değerlerin korunması ve dünya ile ilgili işlerin yönetilmesi amacıyla peygamberlerin ardından yüklenilen bir görevi ifade eder. Bu bağlamda, ümmet içerisinde bu fonksiyonları yerine getirecek birinin belirlenmesi, aklî ve şer’î delillere göre, şaz bazı görüşler dışında vâcip kabul edilmiştir.

Siyaset ile hukuk arasında bir ilişki kurarak devleti temel müesseseleriyle tanımlayıp belli bir hukukî yaklaşım içinde ele alan ve müesseseleri hukukun öngördüğü ahlâkî prensiplerle yorumlamayı amaçlayan fıkıh âlimlerinin ortaya koydukları teoriler ve bunların uygulamaları dikkate alındığında, siyâset-i şer‘iyyenin, toplumun/ümmetin yapısı itibariyle dünyevî olan ihtiyaçlarının karşılanması konusunda aklın merkeze konulduğu ve üst ilkenin din tarafından çizildiği geniş bir hareket kabiliyeti verdiğini söylemek mümkündür. Bu metodoloji, Müslüman bilginlere devlet idaresi, adaletin ve asayişin sağlanması, insanların refah düzeyinin arttırılması gibi konularda başka örferden ve kültürlerden istifade etmeleri, farklı kültürlerdeki yararlı düzenlemeleri alıp içselleştirmeleri imkânını vermiştir. Bu teorik imkân, Müslümanlara ana istikamet ve eksenden sapmadan, özellikle sözü edilen alanlarda, değişikliklere açık bir toplumsal yapı kurma ve koruma yolunu açmaktadır. Hz. Ömer zamanından başlamak üzere Osmanlıların son zamanlarına kadar dış kültürlerden faydalanma kapısını açan anlayış budur. Günümüzde iktisadî, siyasî, adlî, idarî ve benzeri alanlardaki düzenlemelerle hak ve adaletin yerini bulması, toplumsal ilişkilerde sükûn ve asayişin hâkim olması, insanların refah düzeyinin yükseltilmesi, kısaca insanların yararının gerçekleştirilmesi yönündeki her türlü düzenlemenin bunların mâhiyetleri neyi gerektiriyorsa o şekilde yapılması, hatta bilimsel ve teknolojik gelişme yolundaki faaliyetlerin siyâset-i şer‘iyye kapsamında düşünülmesi mümkündür.

Tefsir kaynaklarının tasnif sırasında “Fıkhî Tefsir” olarak da isimlendirilen bu eserlerde, devlet rejimi ve ana ilkeleri, idare edenler ve edilenlerin, fertlerin ve toplumların temel hakları ile diğer devletlerle ilişkiler Kur’ân âyetleri ışığında ele alınıp incelenmiştir.

Ebû Bekir el-Cassas (ö. 370/980); “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”113 âyetini tefsir ederken, “adaletle hükmetmek” ve “ulü’l-emre itaat etmek” şeklinde iki başlık açarak, burada adalet ve hüküm kavramları ile ilkelerini tartıştıktan sonra, yöneticide aranan ilkeleri ve bu konudaki farklı yaklaşımları da geniş bir biçimde ele alarak değerlendirmiştir.114 Aynı şekilde, “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır.”115 âyetinin tefsirinde de karar vericinin hükmünde adaleti tesis edebilmesi için eşitlik ilkesini nasıl gerçekleştireceğine dair pratik bilgiler veren müfessir, akrabalık, yakınlık veya maddî konum gibi tarafsız karar vermeyi önleyen durumlara karşı da uyarılarda bulunur.

İbn Nûreddin’in (ö. 825/1422) Teysîrü’l-Beyân li Ahkâmi’l-Kur’ân isimli tefsirinde de namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerle ilgili âyetlerin yanı sıra, evlenme, boşanma, borçlar hukuku ve diğer muâmelât alanlarına dair âyetlerin de toplandığı görülür. Söz konusu eserde müfessir, yönetim alanıyla ilgili olduğu düşünülen âyetleri de imâmet başlığı altında ele alıp fıkıh usulü metodolojisi içerisinde yönetim-hukuk ilişki inşa etmeye çalışmıştır. Örneğin; “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlü’ne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.”117 âyetini “min ahkâmi’l-imâme” başlığı altında yorumlayan müfessir, âyette ifade edilen emir sahiplerinin bir görüşe göre yönetimi üstlenen idareciler, diğer görüşe göre ise ilim ve fıkıh itibariyle yetkin kimseler olduğunu belirttikten sonra, her iki durumda da ulü’l-emre itaatin şer’î delillere göre vâcip olduğunu, Mu’tezile’nin itaatin vücûbiyyetini aklî delillere dayandırmasının ise yerinde olmadığını ifade eder. Ona göre “Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi.”118 âyeti de ulü’l-emre itaatin vâcip olduğunu kanıtlar.

Sonuç

Tarih boyunca yaşanan farklı süreçler, son çağlara damgasını vuran baş döndürücü bilimsel gelişmelerin ortaya çıkardığı fırsatlar ve tehditler, insanı fıtrat-bilim-moral değerler üçgeninde farklı sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. İnsanların gerek bölgesel gerekse küresel ölçekte “adalet” hakkında duydukları güvensizlik, insana emanet edilen dünyayı şiddet, eşitsizlik, gelir dağılımı dengesizliği gibi pek çok yönetsel sorunla yüzleştirmiştir.

20. yüzyılda gelişen bir disiplin olarak “yönetim ahlâkı” ya da “yönetsel etik”, modern dünyanın eşitlik, özgürlük, insan hakları gibi söylem ve arayışları bağlamında gelişip şekillenmekle birlikte, söz konusu arayışın tarihî süreçlerde izdüşümlerinin bulunduğu da anlaşılmaktadır.

Toplum üzerindeki yetkinin kurumsallaşmış hâlini ifade eden yönetim, kendisini oluşturan toplumun siyasî, itikâdî, ahlâkî ve hukukî sınırları ve anlayışlarıyla şekillenen aktif bir yapılanmadır. Başka bir ifadeyle, insanlara hizmet sunmak üzere oluşturulan yönetim, hizmet sunduğu toplumların inanç ve beklentileriyle karşılıklı etkileşim içine girer. Toplum ve yönetim arasındaki bu ilişki, yönetimin yapılanma biçimini ve ahlâkî sınırlarını belirleyip şekillendirir.

slâm düşünce ve medeniyeti, kaynağını vahiyden ve Hz. Peygamber’in örnekliğinden alan bir yapıya sahiptir. Bu bakımdan, yönetimle ilgili ilke ve değerlerin tartışılması sırasında da öncelikle meseleye Kur’ân ayetleri ile Hz. Peygamber’in sünneti perspektifnden yaklaşım getirilmeye çalışılmıştır. Yöneticide bulunması gereken nitelikler, yöneticinin seçilme veya atanma usulü, yönetimin görevleri, yöneticinin sorumlulukları, toplumun yönetime ve yöneticiye karşı yükümlülükleri, yöneticinin takınması gereken bireysel tutumlar gibi konularla ilgili geliştirilen argümanlar, bir şekilde dinin temel referanslarıyla ilişkilendirilerek inşa edilmiştir.

Farklı disiplinlerin yönetime yaklaşımları da kendi yapılarıyla uyumlu şekilde gelişmiştir. İslâm tarihi açısından mesele ele alınırken daha çok konunun siyasî boyutu üzerinden değerlendirilmesi yapılırken, itikat ve kelâm alanı, konuyu insanın varoluşsal sorumlulukları ve dinin emirleri karşısında insanın tâbi olduğu zorunluluklar açısından değerlendirip, yönetimle din arasında daha ontolojik bir ilişki kurmuştur.

Yönetimin sâlih insan ve iyilik toplumu inşası için araçsal konumunu ön plana çıkaran ahlâk âlimleri, yönetim ahlâkı konusunu daha çok yöneticinin ahlâkı ve âdâbı çerçevesinde ele almıştır. İlk dönem hadis kaynaklarında âdâb ve ahlâk ile ilgili kitap ve bablarda kendine yer bulan rivayetler, sonraki dönemlerde siyâsetnâmeler gibi, yöneticilere öğüt ve tavsiye içeren eserlerde teyit edici argümanlar olarak değerlendirilmiştir.

style="text-align: justify;" style="text-align: justify;">Fıkhî anlayışın da yönetimin pratikteki uygulamalarını sistematik hâle getirmeye yönelik kurallar üzerinden yönetim ahlâkını ele aldığı görülmektedir. Günümüzde ceza yargılaması usulüne denk düşen konularla benzerlik taşıyan fıkhî yaklaşım, daha çok hüküm icrası sırasında tarafsızlık ve adalet ilkelerinin gerçekleşmesi için hangi ilke ve tutumlara riayet edilmesi gerektiği konularına yoğunlaşmıştır.

style="text-align: justify;" style="text-align: justify;">Bununla birlikte, yönetim ahlâkı konusunun, farklı ilmî disiplinler açısından bakıldığında, birbiriyle kesişen pek çok noktasının bulunduğu, dolayısıyla konuyu sadece belirli bir disiplinin yaklaşım açısıyla ele almanın eksik kalacağı da anlaşılmaktadır. Yönetim ahlâkının İslâm düşünce ve medeniyetinin gelişim süreci içerisinde ele alınması, bütüncül bir yaklaşıma ulaşmayı kolaylaştıracaktır.

İletişim
  • AdresHacettepe, Ev Kadını Sk. No:28, 06200 Altındağ/Ankara
  • E-Postahaydarbekiroglu@gmail.com
  • Telefon(312) 431 68 95
İletişim Formu

Thanks, your message is sent successfully.